AŞK, kuvvetli bir sevgi, bağlılık duygusudur. Birincisini kendi özünden üstün tutacak kadar sevmek aşk olduğu gibi, canım feda edercesine derin bir yurt sevgisi de aşk — Vatan aşkı — dır. Ödeve karşı büyük bir bağlılık da vazife aşkı diye anılır. Böylece aşk bütün derin, kuvvetli sevgileri kuşatan sihirli bir kavramdır. Her hangi bir işte yaratıcı kuvvet olarak büyük bir sevgi gerektiğini de bize şu atasözü ne kadar özlü olarak anlatıyor: Aşk olmayınca meşk olmaz.
Aşk Yalnız Gençlikte mi Olur?
Aşk deyince ilk akla gelen, bir kimsenin karşı cinsten birine karşı duyduğu kuvvetli sevgidir. Gene, dün olduğu gibi bugün de, dünyanın hemen her yanında, insanın ancak gençliğinde sevebileceği kanaati yerleşmiştir. Bundan dolayı da gençliğe aşk çağı denilmiştir. Bu çağın dışında kalan hayat evrelerinde insanın aşka az, ya da çok yabancı kalacağı, kolay kolay âşık olamayacağı sanılır.
İnsanı gerçek varlığı ile tanımaya ve tanıtmaya çalışan psikanaliz bu inancın doğru olmadığını göstermiştir. İnsanın ömrü süresince, her yaşta, kendine, yaşma, çağma göre âşık olabildiğini, olabileceğini, insanın sevmek eğilimi, yeteneği ile dünyaya geldiğini meydana çıkarmıştır.
Bununla birlikte, insan hayatı boyunca her zaman aynı şekilde âşık olmaz, olamaz. Çünkü insan hayatının her evresinde ortaya çıkan, çıkabilen aşk, daima aynı, anlamı taşımaz.
Gençlik Aşkı Nasıl Olur?
İnsan hayatında, en yüksek bir âşık olabilme noktası, zamanı vardır. Daha yerinde bir deyişle, insanla birlikte var olan, insan kadar yaşayan, ancak insanla beraber yok olan aşk ihtiyacının, sevmek gücünün en yüksek bir noktaya ulaştığı bir zaman bulunmaktadır.
Gerçekten, insan en çok, en kuvvetli şekilde, ergenlik çağının ikinci yarısında, sonlarına doğru 15-16 ile 20 yaşları arasında aşka tutulur. Bu evrede özellikle genç kız, daha çok sevmek için sever. Bütün varlığını kaplayan sevgisinden başka bir şey düşünmez. Aşkla büyülenmiş bir insanın varlık özelliklerini taşır. Ebedi olmasını dilediği aşkının yaratabileceği tehlikeleri göremez. Gönlünü bütünlüğü ile sevdiği kimseye açar. Cömertçe vermek istediği varlığını isteyerek kabul edecek birini arar. Sevdiği kimseye yaşadığı sürece bağlı kalacağına, sevgilisi tarafından da sevileceğine inanır. Ondan ayrı kalmaktan korkar. Onsuz yaşayamayacağını sanır. Onun varlığındaki varlığı ile yaşar. Yokluğunu onun yokluğunda arar. Hep sevgilisini kaybetmek endişesiyle yaşar. Zaman zaman, bu endişenin etkisiyle, günün birinde sevgilisinin onu bırakabileceğini düşünür, onu suçlar.
Yirmi yaşından sonra sevmek ihtiyacı yeni bir yön alır, yeni bir değer kazanır. Bundan böyle genç kız, daha önceki yaşlarda olduğu gibi, yalnız sevmek için sevmez; onu, hayalindeki sevgiliye benzetmeye çalışmaz, olduğu gibi görmeye başlar.
Kadına ve Erkeğe Göre Aşk Nedir?
Bazı ortak özelliklere rağmen her zaman aşk kadında, erkekte aynı anlamı taşımaz, kadın her bakımdan erkek gibi, erkek de her bakımdan kadın gibi sevemez. Daha doğrusu, erkeğe, kadına göre başka başka aşk vardır. Aşkın erkeğe, kadına göre değişen tarafları bulunur. Aşk kadında başka, erkekte başka şekilde doğar, yaşar, ölür.
Genel olarak, erkek aşkı daha çok akıl prensiplerine, mantık kurallarına, ölçülerine göre değerlendirmez. Kadın ise, öteden beri insan topluluklarında yerleşmiş olan inancın tersine olarak, bu işte ayrı bir yol tutar. Aşkın akıl temeli üzerinde kurulduğunu düşünür. Bunun sonucu olarak, kadın aşkın sürekliliğine, ebediliğine inanır. Gerçekten sevdiği kimseyi, kolay kolay unutamaz. Sevgilisinin ilgisizliği, kaybolan sevgisi karşısında sonsuz bir acı duyar. Bütün varlığını saran, kaplayan bu acının etkilerini uzun zaman, hatta, yaşadığı sürece hisseder. Hayata, insanlara küser. Elinden kaçırdığı mutluluğun varlığında meydana getirdiği boşluğun bir daha dolamayacağına inanır.
Kadınlarda Sevmek ve Sevilmek İsteği Nasıl?
Kadının aşka böylesine sarılmasının, aşkın sonsuzluğunu dilemesinin en önemli nedenlerinden biri de sevmek, sevilmek ihtiyacıdır. Kadın dünyaya analık duygusunu, sevmek, sevilmek isteğini taşıyarak gelir. Sevmek için sever; daha çok sevilmek için sevmeye çalışır. Varlığını bütünlüğü ile verebilecek birini arar. Kendisini bütünlüğü ile istiyebilecek birini bulmaya çalışır. Gerçek varlık bütünlüğü bilincine ancak gerçek olarak sevildiğine inandığı zaman ulaşır.
Bu kimse ise, onun her bakımdan beğenebileceği, isteyerek sayabileceği, başkalarından üstün gördüğü, hayranlık duyduğu bir varlıktır. Bundan da anlaşılacağı gibi, bir kadın beğenmediği, saymadığı, üstünlüğüne inanmadığı, hayranlık duymadığı bir erkeği kolay kolay sevemez, ona âşık olamaz.
Güzelliğe, Üstünlüğe Hayranlık
İnsan, özellikle kadın, güzelliğin, üstünlüğün, kudretin hayranıdır. Kadın, kendisine ait olan, kendisine ait olmasını dilediği bir şeyin, bir kimsenin her şeyden, herkesten daha güzel, daha üstün olmasını, bütün insanların dikkatini çekmesini ister. Bu şeylere, kimselere kolaylıkla bağlanır. Onları kaybetmemeye uğraşır. Bir yandan sevdiği kimseyi başkalarından uzak tutmaya çalışır, öte yandan da, gerek kendisinin, gerekse sahibi olmakla övündüğü kimsenin değerini artırmak için onu başkalarının yanında över, onları başkalarına gösterir, başkaları ile tanıştırır. Üstün şeyleri, herkesin hayran kaldığı kimseleri elde edebilmenin sırlarını, nedenlerini varlığında, taşıdığına inandığı üstün özelliklerinde arar. Elde ettiği şeylerin, kendisinin yaptığı, yapabildiği kimselerin üstünlükleriyle kendi üstünlükleri, değerleri arasında ilişkiler olduğunu düşünür. Üstünlüklerini kabul ettirebilen kimselere bu bakımdan daha çok, daha çabuk bağlanır.
Kadın en çok çevrelerinde tanınan, sevilen, değerlerine inanılan, başarılı, kudretli, önemli meziyetleri bulunan erkeklere, bu arada artistlere, sanatkârlara, fikir adamlarına, idealist, iyilik yapmaktan zevk alan kimselere gönlünü verir.
Yaşama-Ölüm Savaşması
İnsan hayatında, doğuştan ölüme kadar, yaşama içgüdüsü ile ölüm içgüdüsü arasında sürekli bir çatışma, savaşma kendini gösterir. İnsan yaşama içgüdüsü ölüm içgüdüsüne üstün geldiği sürece, üstün geldiği ölçüde hayata bağlanabilir. Tersine olarak, insan, ölüm içgüdüsü yaşama içgüdüsü ile giriştiği savaşmada ağır bastığı, yaşama içgüdüsüne üstün geldiği ölçüde hayattan soğur, nefret eder.
Aşk yaşama içgüdüsünü kuvvetlendirir. İki varlığı birleştirir. İki ayrı varlığı birleştirerek yeni bir varlık yaratır. Sona eren aşk ise bu birleşmeye son verir. Ölüm içgüdüsünü kuvvetlendirir.
Sevgilisinden uzak kalan, sevgilisi tarafından bırakılan, ya da bırakılabileceğini düşünen insan, varlığında esrarlı, tehlikeli bir bölünmenin, çöküntünün, çözülmenin meydana geldiğini, gelmek üzere olduğunu, varlığında yokluğu amaç edinen, yokluğu gerçekleştirmeye elverişli esrarlı bir olayın cereyan ettiğini sezer. Yaşama gücünde, isteğinde bir eksilme olduğunu duyar. Yokluğu varlığı ile karşı karşıya gelir. Varlığını savunmaya elverişli çareler arar. İçinde bulunduğu tehlikenin gerçek nedenini yok etmeye uğraşır. Acılarının gerçek kaynağı olan sevgisini inkâr etmek, varlığını bütünlüğü ile saran, derinden derine, tehlikeli bir şekilde sarsan aşkını nefretle ortadan kaldırabileceğine inanır.
Aşk ve Nefret
Aşk nefrete, nefret de aşka dönebilir. İnsan sırf sevdiği için, sevdiği kadar, seve seve nefret edebilir. Nefret ettiği için, nefret ettiği kadar, nefret ede ede sevebilir. Acılarından kurtulabilmek, sevilmeden sevmenin bunaltıcı sıkıntılarından uzak kalabilmek için aşkını inkâr etmeye kalkışabilir. Kendisini bırakan kimseyi sevmediğine kendisini de, başkalarını da inandırmaya çalışabilir. Aslında, bilinçaltında çok sevdiği, bütünlüğü ile bağlı olduğu insandan gerçekten nefret ettiğini ısrarla söyleyebilir. Nefreti kurtarıcı bir çare olarak görebilir.
İnsan, aşkının acıları karşısında nefretle kendisini avutamadığı, kurtaramadığı, kurtaramadığına inandığı zamanlarda çok daha ciddî, tehlikeli çarelere başvurabilir; ya kendisini, ya da acılarının acı veren bağlılığının gerçek kaynağını, kendisini bırakan, unutan kimseyi yok etmeyi göze alabilir. Çünkü acılarının kaynağı ortadan kalkınca acılarından da kurtulacağını düşünür.
Aşkın Fizyolojik Tarafı Nedir? Bilime Göre Aşk Nasıl?
Birçok psikanalistlere göre aşk ihtiyacı aslında fizyolojik bir ihtiyaçtır. Daha doğrusu, aşkın çekirdeği, gerçek kaynağı cinsiyet içgüdüsü dür. Aşk ihtiyarcı cinsel ihtiyaçtan meydana gelir. Önceleri tamamiyle maddi bir mahiyet taşıyan bu çekirdek hayatın ilk yıllarından beri mânevi unsurlarla birleşmek suretiyle daha geniş, daha derin bir anlam kazanır. Zenginleşir, aşk heyecanının kaynağı haline gelir.
Aşkın böyle bir anlam kazanmasında, psikolojik bir yaşayış şekli almasında rol oynayan psikolojik etkenler arasında şefkat, güçlükler karşısında duyulan üzüntüler, acılar, güvensizlikler, yetersizliklerin yarattıkları avunma, yardım ihtiyaçları önemli bir yer tutmaktadır.
İnsan dünyaya gözlerini açtığı günden beri annesinin sürekli olarak yanında bulunduğunu görür. Hep annesinin kendisine karşı duyduğu sevginin, şefkatin belirtileriyle karşılaşır. Canı yanınca onun yanına koşan, göz yaşlarını dindiren, karşılaştığı zorlukları ortadan kaldıran varlığın annesi olduğunu görür. Altı yaşına kadar her şeyinin annesi olduğunu bilir, tamamiyle annesine bağlı kalır. Bu yaşayış şeklinin etkisiyle, hayatın bu devresinde insanın maddi, mânevi bütün ihtiyaçları, cinsel hayatın yarattığı bütün bilinçaltı eğilimler sevgi duygusu içinde birleşirler, erirler.
Bunun için, bazı psikanalistler, her sevgide cinsel bir içgüdü görürler. Bu arada, psikanalizin kurucusu Dr. Sigmund Freud libido dediği bu cinsel içgüdüyü ‘’miktarı her zaman değişen, belli bir anda ölçülmesi kabil olmayan bir enerji’’ olarak ele almıştır. Analitik psikolojinin kurucusu Dr. Ernest Jung ise libidoyu bir insandaki her türlü enerjiyi kavrayacak kadar geniş ölçüde kabul etmiştir.